Ad-Soyad: Aurelia Lendhone
İstenen bina: Ravenclaw
İstenen sınıf: 6
Karakter özellikleri: Etkileyici gözlerini size çevirdiğinde, büyüsüne kapılmamak elinizde değildir.
Sarfetmeden önce dikkatle seçtiği kelimeleri, zarif hareketleri ve meleksi yüz hatlarıyla kolayca büyüleyebilir insanları, yine birkaç saniye içersinde de kırabilir karşısındakini, aynı ustalıkla. Karşısındakinin ne düşündüğünü asla umursamaz, tek amacı kendi arzularını gerçekleştirmektir. Eleştirmekten aldığı hastalıklı zevkle, hassas bünyeli tanıdıklarını kendisine düşman etmeyi başarmıştır. Acıma duygusundan yoksundur, alay etmeyi sever. Her zaman güvendiği dostunun ve sırdaşının kulağına fısıldadıklarını umursamaz tüm bunları yaparken, mantığını unutur adeta. Güzel oluşunun ayırdında olsa bile, narsistliğine gem vurabilir. Değişkendir, rüzgâr gibi değişkendir tavırları. Bir gün içten gelen kahkahalarla sarsılan narin bedeni, ertesi gün keder gözyaşlarıyla titreyebilir. Düşüncelerini kendisine saklamaktan çok hoşlanır. Ketumdur, sinir bozucu bir kararlılıkla sessizce durmayı yeğler genelde. Optimistliğin fazlasından çabucak sıkılabildiği gibi, kötümserlikten de hoşlanmaz. Düzenli ve tutumlu bir yapısı vardır. Tüm bunlara rağmen gerçek dostlarına karşı içten gelen bir yakınlık sergiler. Soğuk ve sessiz Aurelia'dan sıyrılıverir varlığı, eğlenceli Elia'ya bürünür. Gülümseyişi, gerçek dostlarıyla bir arada olunca belli bir manaya kavuşur. Donuk bir tebessüm değildir o zaman dudaklarında duran, gözlerinin eşlik ettiği tatlı bir ezgiymişçesine dudaklarını süsleyen bir gülümseyiştir.
Örnek rp:
Şöminenin önündeki koltukta otururken, bir yandan da dalga dalga yayılan, odunların üstünde tutkuyla dans eden kızıl alevlere bakıyordum. Bazen bu alevler; usul usul ilerleyen bir kıvılcım, bazen de şaha kalkmış kara bir at oluyordu. Şöminenin dibinde bulunan odunlar ise kendilerini çoktan bu alev güruhuna bırakmışlardı; teslim olmuş bir ulusun acınılası hâlini andırıyordu bu… Odunların kıvrımlarına dolan alev dilleri, açgözlü bir pırıltıyla ilerliyordu, nitekim alevler bitmek bilmez bir açlıkla lanetlenmişlerdi. Onlar, yakıp yutmak için yaratılmışlardı. Odunlardan geriye kalan simsiyah külleri de aynı açlıkla yutacaklarını bildiğimden, gözlerimi bu kısır döngüden ayırıp ellerimin arasında sıkı sıkı tuttuğum çerçeveli resime yönelttim.
Cilalı ahşap çerçevenin üstünü sıkı sıkı kavramış olan ellerim, tıpkı bir şakayık gibi açılarak resmi görmeme olanak sağladı. Ağlamamak için büyük bir gayret sarfederek, bakışlarımı resme yönlendirdim. Siyah saçlı bir adamın, hırsa boğulmuş yüzünü gördüm ilk önce. Adam, hoş görünümlü ve dudaklarında cakalı bir gülümseme olan bir kadının elini tutuyordu. Kadının hemen yanındaysa ben vardım, kahredici derecede mutlu görünen suret bana aitti. Bir zamanların mutlu Nemesis’i bu fotoğraf karesine işlenmişti, evet, somutlukla lanetlenmişti. Mazide kalmıştı bu mutluluk, bir daha tadamayacaktım. Yüzyıllık şarap şişesinin dibinde kalan son damlalara özlemle bakan bir alkolik gibi hüzünle baktım resme, bir daha bulamayacağım mutluluğu andım bir kere daha. Şu anda içime yayılan üzüntüyü defetmek için her şeyimi verebilirdim. Annemle babam da beni defetmek için her şeylerini vermeye hazır görünüyorlardı eskiden…
Ellerim tekrar birleşip resmin üstünde kapanırken, yağacak bir sağanağın habercisi gibi ilk gözyaşı damlaları döküldü gözlerimden. Ve ben daha ne olduğunu anlayamadan gerisi geldi; hüzünlü, intikam isteyen, sevgiye aç ve özgür. İlk defa gözyaşlarımı özgür bırakmıştım, çünkü onları dizginleyemeyeceğimi biliyordum. Belki de böylesi daha iyiydi… Gözyaşlarımı üzüntümün somut hâli olarak düşünmekten hastalıklı bir zevk alıyordum; belki de onları sadece çoğu kişiye göre daha fazla olan duygusal hormonlarımın eseri olarak değerlendirmeliydim. Flu bir görüşe kavuşan gözlerim kapanırken, çarpık bir gülümsemenin yüzüme yayılmasına engel olamadım. Anılar gelip beni teker teker yaralarken, buna engel de olamazdım zaten.
“Sissy!”
Midemin sıkışmasına yol açan bu ses, öyle candan bir tonla sesleniyordu ki bana! İster istemez yapmacık yalana kanmak istedi kalbim, tüm duyularımın yönetimini ele geçirmişti o anda. Beynimin bana kurduğu bu tuzağa düşmüştüm, kendimi kaybettiğim zamanlar hep olduğu gibi göreceğim hayaller, bana “şizofren” teşhisinin konulması için yeterdi de artardı bile…
Karşımda, yedi yıl öncesindeki Oria Lynn duruyordu; annem. Kollarını bana doğru açmış, yüzüne davetkâr bir ifade yerleştirmişti, bana kötü davranan Oria Lynn nâmına bir şey görememiştim onda. Onun bu katıksız görünüşüne kanarak, bacaklarıma koşması için emir verdim. Yüzünü bana doğru uzatırken, o kadar yakın fakat o kadar ulaşılmaz görünüyordu ki! Yolun sonundaki günışığı gibiydi tıpkı, oysa ki bu ışık solgun ve sönmeye yüz tutmuştu, çünkü birazdan güneş batacak ve ışık kaybolacaktı. Şefkatli gözlerinin beni süzdüğünü görmeyi, “anne” kokusunu yakınımda hissetmeyi o kadar çok özlemiştim ki… Kollarını boynuma dolarken, onun bir hayal olduğu gerçeğini unuttum, çünkü bir hayal bu kadar gerçek olamazdı, kalbe bu kadar dokunmazdı. Onun gerçek olduğu yalanına kanarken, beynim itiraz edercesine haykırıyordu, ama dediğim gibi tüm yönetimi kalbim ele geçirmişti. Başımı kollarının arasından ayırıp yüzüne baktım, Persephone’un nar bahçesindeki narlar kadar kırmızı ve dolgun görünüşlü dudakları, nefes almak için aralanmıştı. Gözleri, aşina olduğum hazla parıldıyordu. Babamla evlenerek kendi arzusunu ihsas etmeyi başardığını
anımsadım. Annem bu kadar ihtiras dolu oluşuna hiç hayıflanıyor muydu, hep merak ederdim.
Annemin kolları, gerçekliğini kaybedip tıpkı bir buhar gibi boynumun üstünden eriyip giderken, gözyaşlarım bir kez daha sicim gibi akmaya başlamışlardı. Annemin hayal olduğunun gerçeği, yüzüme sert bir dalga gibi çarpıyordu, okyanusun dövdüğü bir kaya gibiydim. Ruhumla girdiğim son rövanş karşılaşmalarından birini de kaybetmiştim, acımasız kader beni alt etmeyi başarmıştı. Yüzyüze gelmek zorunda kaldığım gerçekler arasında belki de bu bir hiçti, ama beni mahveden bir hiç. Sağ elimi yavaşça kaldırıp annemin kaybolduğu yere doğru yavaşça sallarken, içimden bir gün onu gerçekten görmeyi umuyordum. Ailem beni istememişti, onlara neden bu kadar merbuti oluşumsa hâlâ bir gizemdi. Hırsın ve emniyetbahş bir çocuğa sahip olmanın arzusu bizi paramparça etmişti. Mutluluğun vakur özgürlüğünü geri getirebileceğime inanmak istiyordum.
Alevler, odunları tamamiyle yok etmişlerdi, tıpkı annemle babamın nefretinin beni yok
ettiği gibi. Ellerimde tuttuğum resmin gerçekliğini hissediyordum, Helios’un güneşinin ışınları pencerelerden kırılarak süzülüp perdelere çarpıyorlardı. Her şey normaldi. Gün, daha yeni başlıyordu.